17 Ocak 2009 Cumartesi

Denizkızı

Yatak odamın kapısının ‘tak tak’ dövülmesi ile uyanıyorum. Dedemin sabahları söylemeyi alışkanlık haline getirdiği, “Aksam yatmazlar, sabah kalkmazlar.“ tekerlemesi eşlik ediyor bu sese. “Bir sabah da rahat bırak, bir yaz tatilimiz var şurada.’ demek isteyen dudaklarımdan, “Tamam dede tamam, uyandım, şimdi kalkıyorum.” diye çıkan sözlere şaşırarak doğruluyorum yatağımdan. Beni duyan dedemin uzaklaşan ayak sesleriyle beraber “Acele edin. Yolda giderken oyalanmayın, fırından ekmek almayı da unutmayın.” sözleri yankılanıyor kulaklarımdan.

Hiç olmadığı kadar davetkar görünen yatağıma bakıyorum, yarım kalan rüyama dönmek, denizin ortasında o kayanın üzerinde, karanın tüm dertlerinden uzak güneşleniyor olmak istiyorum. Günlerden cuma olduğunu hatırlayınca keyfim yerine geliyor, giyinmeye başlıyorum.

Ön odaya gidip, başımı pencereden dışarı sarkıtıyorum. Kardeşim her zamanki gibi benden önce kalkmış, oyuna başlamış bile. “Hadi Sevgi, oyunu bırak, bağa gidiyoruz” diye sesleniyorum. Bunun tütün tarlasına gitmek olduğunu bilen kardeşim beni duymazdan geliyor. Bir daha seslenmiyorum. Dışarı çıktığımda, beni duymamak gibi bir lüksü olmayacağını biliyorum.

Bir haftadır deniz suyu deymemiş mayolarımızı ve havluları naylon bir torbaya koyup, ekmek sepetinin içine özenle yerleştiriyorum. Onu giyebileceğim ana kadar nasıl bekleyeceğim hiçbir fikrim yok. Dışarı çıktığımda kardeşim fazla direnmiyor, yavaş adımlarla arkamdan yürümeye başlıyor.

Cumaları şehrimizin pazarı kurulur. Etraf çevre köylerden gelen insanlarla dolar. Başka günler boş olan asfalt minibüs, kamyon ve traktörlerle dolmuş, sırtlarında küfeler, ellerinde sepetlerle koşuşturan insanların arasından güçlükle yürüyoruz. Bu kalabalığı, bu gürültüyü seviyorum. Pazara gitmek için bağdan gelecek annem sebze, meyve, süt, yoğurt, yumurta alışverişini yapınca bizi denizi götürecek. Bu, en azından benim planım. Haftanın diğer günlerinde olmayan deniz şansını bugün yakalamak için her şeyi yapmaya hazır bir kararlılıkla fırına yöneliyoruz.

Sıcacık ekmeklerle sepeti doldurup yola devam ediyoruz. Sol tarafımızda uzanıp giden, ara ara evlerin, ağaçların arkasına saklanan denize bakıyorum, denizkızını arıyor gözlerim. Hep geriden gelen Sevgi'ye çıkışıyorum. Aklı mahallede bıraktığı arkadaşlarında olmalı. Asfaltın bitiminde, tütün, buğday ve mısır tarlalarının arasında uzanan toprak yola sapıyoruz. Otlayan birkaç inek, başlarını kaldırıp gamsız gözlerle bize bakıyor.

Toprak yolun sonunda, yazları kuruyan dereye geliyoruz. Sevgi hemen elimi tutuyor, ben de bir türkü söylemeye başlıyorum. Üzeri ağaç dallarıyla tamamen kapanmış, yürürken omzumuza değen sarmaşıklarla kaplı, en güneşli günde bile serin ve karanlık olan bu dere bizi ürkütüyor. Sarmaşıklar arasına gizlenmiş olabilecek yılanları düşünerek korkuya kapılıyoruz. Annem bize, böyle durumlarda, gürültü yaparak, şarkı söyleyerek yılanları korkutup kaçırabileceğimizi söylediği için, her gün bu noktada icraatamıza başlıyoruz. "Böyük cevizin dibi, na nay güzelim na nay, ne gezersin el gibi, na nay fidanım na nayyyyy."

Derenin bitiminde rahat bir nefes alıp, bağın kapısına geliyoruz. Dizilecek tütünleri önlerine yığmış, erik ağacının gölgesinde oturan annem, teyzem ve babaannem bizi görünce seviniyorlar. Değdiği yerde siyah yapışkan lekeler bırakan zifirin üzerime bulaşmaması için tütün kıyafetlerimi giyip, onlara katılıyorum. Tütün dizerken, en iyi arkadaşımız radyo oluyor. Türküler, şarkılar, haberler, arkası yarın ve çocuk saati programları havaya dalga dalga yayılırken, dizilecek tütünler azalıyor. Öğlen saatine doğru anneme bir kere daha “Ne zaman gidiyoruz?” diye soruyorum. “İpim dolunca.“ demesiyle rahatlıyorum ama ondan sonraki yarım saat geçmek bilmiyor. İp dolunca yola çıkıyoruz.

Pazar sonrası denize gitmemiz 4’ü buluyor. Deniz kenarına gelir gelmez, üstümdekileri çıkarıp balıklama atlıyorum suya. Arkadaşlarımın hiç biri ortalıkta yok. Erken gitmiş olmalılar. Annemin birazdan “Hadi çıkın, birazda güneşlenin de bağa gidelim.“ demeye başlamasından korkuyorum. Yüzerek uzaklaşıyorum kıyıdan. Açıldıkça acılıyor, karadan uzaklaşıyorum, sadece güneş, deniz ve ben varım. Sahilde futbol topu gibi ufalan insanları, ufuk çizgisinde hareketsiz duran bir kayık ve onun içinde bir gölge görüyorum. Rüyam geri geliyor. Denizkızını hatırlıyorum. Tempolu olarak çırptığım bacaklarımın, ışıltılı bir denizkızı kuyruğuna dönüştüğünü hissediyorum. Sarı dünya, tütünün dünyası kayboluyor. Kendimi mavi dünyanın derinliklerine bırakıveriyorum. Ağzımdan çıkan hava kabarcıklarıyla nefesim azalıyor.

Kendime geldiğim de yüzüme vuran güneş ışınları gözlerimi açmamı zorlaştırıyor. Uğultulu bir kalabalığın arasındayım. Ne dediklerini seçemiyorum. Sanki şehirde hiç kimse kalmamış, çocuğunu, köpeğini, deniz topu, can simidini alan sahile gelmiş, çıkardıkları seslerle sarı dünyaya biraz önce kapadığım kulaklarımı açmaya çalışıyorlar ve sonunda başarılı da oluyorlar. Daha önce hiç görmediğim bir genç “Kendine geliyor.“ diyor. Kirpiklerimi zorlukla aralıyorum, gözlerim gözlerine değiyor. Kurtulduğumu müjdeliyor bana.

Kayıkta gördüğüm gölgeyi hatırlıyorum. Hiç bir şey söylemiyorum. Davetsiz bir tebessüm yayılıyor yüzüme.

25 Mayıs 2008 Pazar

Dünyalı

Pırıl pırıl sabah güneşi, sıkı sıkıya kapanmış perdelerin arasından girip, rüyasında kendisini Plevne’de ki evlerinin bahçesinde top oynarken gören Ayşe’nin kirpiklerinin arasından süzülüp, gözlerini kamaştırdı. Yedi tepeli şehre göçeli sekiz yıl olmasına rağmen, rüyasında çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği o topraklara sık sık yolculuk ederdi. Birkaç kere sağa sola döndükten sonra, kalkıp kahvaltıyı hazırladı.

Kahvaltı sonrası herkes dağıldı. Bulaşıkları yıkadıktan sonra gözü sobaya takıldı. ‘Hamileliğim iyice ağırlaşmadan kaldırsam iyi olacak.’ diye düşündü. Oysa boyaları yer yer dökülmüş, gri renkli sobayı normal zamanlarda bile tek başına kaldırmakta zorlanırdı. Kocasından birkaç defa yardım istemiş, o da hep ‘Acelesi yok, sonra yaparız.’ diye geçiştirmişti. Önce boruları indirdi, içindeki kurumları silkeledi. Sobayı yerinden oynattığında karnında bir sıcaklık hissetti. Başlamıştı artık, bırakmak olmazdı. Güçlükle salonun köşesine sürükledi. Temizledikten sonra, üzerini çeyizinden kalma beyaz dantelli bir örtü ile kapattı.

Gün boyunca hafif bir sancısı olmuş, ‘Niye tek başına kaldırdın?’ diye kızacaklarını bildiği için kimseye bir şeycikler diyememişti. Gece de sancı devam etmiş, onu uyutmamıştı. Sabaha karşı tam uykuya dalacaktı ki kapının yumruklanmasıyla yataktan fırladılar. Bitişik evde oturan kaynıydı gelen. Heyecanla radyoyu açmalarını istiyor, ‘Askeriye yönetime el koymuş. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş. Her taraf asker kaynıyor.’ diyordu. Hemen radyo açıldı. Daha önce resmi bayramlarda dinlemeye alışkın oldukları, milli bir marş odaya dalga dalga yayıldı. Marşları takiben Atatürk şiirleri, bildiriler, haberler okunuyor, halktan ordu ve güvenlik mensuplarıyla işbirliği içinde olmaları isteniyordu.

‘Yiyecek bir şeyler hazırlayayım.’ diye mutfağa gitti. Daha elini çaydanlığa bile uzatmadan büyük bir sancıyla kıvrandı. Eşinden kaynanasını çağırmalarını istedi. Durumu kötüydü. Ailenin erkekleri ise korku içindeydi. Demokrat Parti döneminde, bölgede evler kurulmuş, Balkan göçmenleri davet edilmiş, bu yüzden mahalledeki diğer göçmenler gibi onlar da Demokrat Partili oldukları için, jandarmanın gelip onları toplamasından korkuyorlardı. Kaynana geldiğinde Ayşe’nin hastaneye kaldırılmasını söyleyince, korkularını unutup bir çare aramaya başladılar.

Aramalar sonucu, kaynanasıyla beraber, aceleyle hazırlanan bebe bohçası yanlarında, Bölge Kumandanlığına bağlı bir askeri araca bindiler. Toparladıkları eski şeylerdi. Daha önceki dört bebeği, birbirlerinin giysileriyle büyümelerine rağmen, ilk zıbınları hep yeni olmuştu. Gelene yeni bir zıbın giydiremeyeceği için üzülüyordu Ayşe. Sancısına rağmen bağıramıyor ama oturduğu koltuğun kenarını koparacak gibi sımsıkı tutuyordu.

Yollar askeri araçlarla doluydu. Kavşaklarda, çarşı başlarında ellerinde tüfekleriyle dolaşan genç askerler görüyorlardı. Gaziosmanpaşa’dan yola çıkan araç, onları yarım saat içinde Süleymaniye Hastanesinin doğumevine götürdü. Görevli Doktor, ‘Tam zamanında geldiklerini.’ belirterek, Ayşe’yi hemen doğum odasına aldı. Ona asırlar gibi gelen sürenin sonunda bir erkek çocuğu daha oldu.

İki ay daha bekleyemeden erken doğan bebeği ellerine almaya korkuyorlardı. Ağlamak için bile ses bile çıkaramaması, sadece yüzünü buruşturmayı başarabilmesi, kelimelerle ifade edilmese de, bu dünyada kalıcı olmayacağı duygusunu veriyordu. Ayşe zıbına üzülmüyordu artık ama olanlar için sessizce kendini suçluyordu. Sokağa çıkma yasağı dolayısıyla o gün ziyaretlerine gelen olmadı. Ertesi gün doktordan, o gün doğan bebeklere ‘Hürriyet’ ya da ‘Gürsel’ adının verildiğini öğrendiler. ‘Hürriyet’ kelimesinin anlamını bilmeyen babaanne, ablası Güler’le iyi uyar diye bebeğin isminin ‘Gürsel’ olmasını istedi. Bir kilo iki yüz elli gram doğan bebeğin, ‘gür, iyi yetişmiş’ anlamına gelen ismiyle ne kadar tezat oluşturduğunun farkında bile değildi.

Gürsel bebe bir hafta sonra hastaneden taburcu oldu. Sonraki günleri, yeniden kurulan sobanın sıcağında geçirdi. Ülkesinde olup bitenlerden habersiz, hayata sıkıca bağlandı. Kırkı çıktığında, gidip nüfus kağıdını çıkarttılar. Ne de olsa artık ‘dünyalı’ gözüyle bakıyorlardı ona.

17 Mart 2008 Pazartesi

Papatya ve Sümbül

Hani aylardan Şubat’tı
Hani doğa bembeyaz ipek elbisesini giyince
En çok onlar sevinmiş
Koşarak gitmişlerdi buluşma yerlerine
Sonra, güneş vurmuş
Erimiş, damla damla akmışlardı toprağa
Karanfilli türküleriyle.

İşte gene bir mucize oldu,
Mart geldi,
Cemreler düştü,
Toprak ısındı,
Papatya ve Sümbül
Olarak yeniden hayat buldular,
Güneşli bir İstanbul sabahında
Objektifime yakalandılar.

1 Mart 2008 Cumartesi

Kırmızı Demlik

Kışın bir yerden girince yüzüme sıcaklık vurmasını severim. ‘Hoş geldiniz.’ dercesine açılan kapılardan, el ele tutuşarak girdik mağazaya. Kapının üstündeki ısıtıcıdan yayılan sıcaklıkla keyiflendim. Severim bu sıcaklığın verdiği duyguyu. Kış günü okuldan öğlen yemeği için eve koşarak geldiğim anları hatırlarım. Beremi, atkımı ve mantomu üstümden atar, sobanın ateşinde üşüyen ellerimi ısıttıktan sonra, annemin yer sofrasına otururdum. Tarhana çorbasının içine ekmeğimi doğrarken, sobanın üstünde tıkırdayan tencereden çıkan buharlı koku, bir sonraki yemeğin habercisi olurdu. TRT radyosundan çalan müzik eşliğinde yemek yenir, ajans başladığında dedemin yüzü ciddileşir, çıt çıkarmaya korkarak yerdik yemeğimizi. Spikerin sesinden odaya yayılan yurt ve dünya haberlerine, kaşık sesleri eşlik ederdi. Su ya da biraz daha ekmek istemek için ses çıkarmaya bile korkardık. Gittiğin yer ne kadar keyifli olursa olsun, eve gelmenin tadı başkadır.

O küçük kız büyüdü. İki evi var artık. Tarhana çorbasını annesi gibi yapmaya çalışan ama aynı tadı alamayan, o yer sofrasını özleyen kız, teker teker aldığı eşyalarla, yavaş yavaş kuruyor yeni evini. Sobalı evin sıcak duygusu hiç kaybolmuyor içinden. Anne evi, kendi evin olmaktan çıkmıyor hiç.

Mağazanın girişinden ilerliyoruz. Sağda birbirinden güzel koltuklar, kanepeler var. Buraya koltuk almaya gelmedik. Bir koltuğumuz yoksa da, iyi bir fiyata kapattığımız, yatılı misafirlerimize yatak olan, açılıp kapanan bir kanepemiz var. Gene de tüm koltuk ve kanepeleri deniyoruz. Üzerlerine oturuyoruz, uzanıyoruz. Sol tarafta masa, sandalye, sehpalar var, onlara da bakıyoruz. Garip bir enerji üretiyoruz beraberken. Lunaparka ilk defa gelmiş iki çocuk gibiyiz. Birbirini seven iki insanın oluşturduğu bu enerjiyi seviyorum. Bu enerji olduğu sürece, yapılamayacak hiçbir şey yok gibi geliyor.

Üst katı gezmeyi bitirince aklımıza demlik alacağımız geliyor. Pazar günü çalışmanın bıkkınlığıyla köşede bekleyen satıcı alt katı işaret ediyor, merdivenleri sekerek iniyoruz. Yaşadığımız ülkenin çay kültürü çok farklı. Bizim gibi altta suyu kaynatıp, üste çayı demlemiyorlar. Porselen bir demlik içinde yapıyorlar çayı ve içine süt koyarak içiyorlar. Önceleri garipsemiştim bunu ama sütsüz tadını alamayınca ben de katılmıştım sütlü çay kervanına. Bunu anneme anlattığımda çok gülmüştü, inanamamıştı. Hatırım için bir fincan içmiş ama beğenmemişti. Çay her derde devadır burada. Can sıkıcı bir durum mu var, bir fincan çay yetişir imdada. Bir şeye mi sevinilecek ya da kutlanacak mıdır, bir çay demlenir hemen. Çayın bu imparatorluğa sadece birkaç yüzyıl önce geldiğini düşünmek zordur.

Çay bu kadar önemli olunca da demlik seçimi kolay olmuyor. O kadar çeşit var ki. Kırmızı demliği görünce ‘Budur işte!’ der gibi birbirimizin yüzüne bakıyoruz. Demliklerin hemen yanındaki meyve tabaklarına gözümüz takılıyor. Almaya niyetimiz yok ama öyle hoşlar ki. İçi kırmızı gelincikli, krem rengi bir meyve tabağı beğeniyorum. ‘Gelecek sefere de bunu alalım.’ diyorum. Eşim ‘Hadi gel, şimdi alalım.’ deyince gelincikler benim oluyor.

Üst katta ki kasaya giderken pembe, beyaz çizgili bir kanepeyi ve iki koltuğu tekrar deniyoruz. Fiyatı ilişiyor gözüme. Pek pahalı gelmiyor. ‘Ne dersin? Gelecek sefere bunlardan alır mıyız?’ diyorum. Ne olduğunu anlamadan, bir demlik, meyvelik, bir çift koltuk ve kanepenin mutlu sahipleri oluyoruz. Onlara uygun perdeleri seçerken ne kadar zorlanacağımızı düşünmek aklıma bile gelmiyor.

Gülçin ve Vladimir ile başlattığımız Ayın 1'i ve Mim yazımdır.
Katılmak isteyen arkadaşlara pamuk eller klavyeye diyorum.

18 Şubat 2008 Pazartesi

Bir Kar Masalı

Yaşadıkları meridyende, kar her zaman yağmazdı. Bilirlerdi bunu. Gökten inecek beyaz taneleri özlemle beklerlerdi. Doğa beyaz ipek elbisesini giydiğinde en çok onlar sevinirdi. Buluşma yerlerine koşarlardı sevinçle. Birbirlerine anlatacak o kadar şeyleri birikirdi ki, hiç susmadan saatlerce konuşurlardı. Kartopu oynayan çocuklar atkılarını, berelerini verirdi onlara, üşümesinler diye.

Güneş ışıklarının, beyaz ipek elbisenin üzerine düşmeye başlaması ayrılık saatinin habercisi olurdu. Kucaklaşıp veda ederlerdi. Gözyaşı dökmek yoktu bu ayrılıkta. Birbirlerini tekrar göreceklerini bilirlerdi. Karanfil kokulu türkülerle beklerlerdi o günü.

14 Şubat 2008 Perşembe

13 Şubat 2008 Çarşamba

Kırmızılı

Alltaki resmi görmekten bıkan arkadaşlarım için kendi ellerimle hazırladım.

20 Ocak 2008 Pazar

Paramparça

Bu sefer de sevgili Melih mimlemiş beni; yazmamak olmaz. Mimin konusu
'Yapmak Zorunda Olduğumuz Halde Bir Türlü Yapamadığımız Kolay İşler.’

Bende çiçeği burnunda blogçularımızdan Seçil ve Degreeyi, severek okuduğum yazılarına sıcacık bir öyküyle devam eden Sofiyi ve gizli bahçesini bizimle paylaşan Tabiat Anayı mimliyorum.


Cuma geceleri eve gelip, kapıyı açtığında içine çektiği mis gibi temizlik kokusunu severdi. İşlerin sona erdiğinin rahatlamanın, eğlencenin, dinlenmenin habercisiydi bu koku.

Her hafta evine gelen kadın o gün de harikalar yaratmıştı. Çamaşırlar temizlenip ütülenmiş, özenle katlanıp yerlerine kaldırılmış, bulaşıklar yıkanıp raflara dizilmiş, yatağı bahar kokulu çarşaf ve nevresimlerle onu beklemeye koyulmuştu. Kendisine huzur veren bu düzeni ve sembollerini kutlamak için bardağına viskisini doldurdu. Buz attıktan sonra, çerez tabağını almak için dolabın kapısını açtığında, günlerdir tamir bekleyen raflardan birine çok fazla tabak yerleştirildiğini fark etti. Çivileri evhamlı duran rafı sağlamlaştırma zamanı çoktan gelmişti ama o an keyfini bozmak istemedi. Nasılsa koca bir hafta sonu vardı önünde, bir ara hallederdi. Deri koltuğuna uzanıp, TV’de rast gele bir kanal seçti. Viskisini yudumlayarak, güzel geçeceğini hissettiği hafta sonuna merhaba dedi.

Ertesi gün öğlen vakti kalktığında bu kadar çok uyumayı planlamadığını ama kendisine iyi geldiğini düşündü. Buzdolabının kapısını açtığında doğru dürüst yiyecek kalmadığını gördü. Olanlarla kahvaltı ettikten sonra alışverişe çıktı. Hem, akşama gideceği parti sahibine ev hediyesini de alırdı. Her zaman oynadığı, kendisine göre anlamlı, şans getireceğini düşündüğü numaralardan oluşan loto kuponunu da yatırırdı. Nedense hep son güne bırakırdı bu işi. Üç yıla yakındır aynı sayılarla oynamasına rağmen, hala dörtten fazlasını tutturamamıştı ama her zamanki gibi umutluydu.

Alış veriş merkezine geldiği iyi olmuştu. İlerde almayı planladığı televizyonlara baktı. Özelliklerini inceledi. Daha önce almadığına sevindi. Haftalık yiyeceğini aldıktan sonra, özenerek seçtiği şarap kadehlerini hediye paketi yaptırdığında keyfine diyecek yoktu. Eve yaklaşırken arabanın benzin ibresine takıldı gözü, yakıtı azalmıştı. Nasılsa yeter diye düşünüp eve döndü. Küveti sıcak su ve köpükle doldurup uzun bir banyo yaptı. Banyonun musluğunu tamir etmesi gerektiğini düşündü bornozunu giyerken. Zorlukla kapanıyor ve acayip sesler çıkarıyordu. Hayat kısa, hafta sonlarıysa daha kısaydı. Bu projeyi bir başka sefere bıraktı.

Parti çok eğlenceli geçti. Harika mezeleri, daha önce hiç tatmadığı kremalı tavuğu büyük bir iştahla yedi. İncir tatlısının tarifini aldı. Ev sahibinin seçtiği birbirinden güzel şarkılardan oluşan müzik şöleni ve dost muhabbetleri haftanın stresini çoktan yok etmişti. Gecenin ilerleyen saatlerinde arabasına bindiğinde gözü yine ibreye takıldı. Otoparkta yer kalmadığı için yola park etmek zorunda kaldı ama benzinin onu yarı yolda bırakmamasından hoşnuttu. Yarın ilk işi depoyu doldurmak olacaktı.

Evin kapısını açıp adımını içeri attığında bir su birikintisine bastığını düşündü. Aceleyle ışığı yaktığında gözlerine inanamadı. Evi su basmıştı. Salona girdiğinde halının ve gazetelerin su içinde yüzdüğünü gördü. Diğer odalarda da durum farklı değildi. Nedenini anlamak için fazla düşünmesine gerek kalmadı. Tamir etmediği musluk sonunda görevinden istifa etmişti. Kovalarla suyu boşaltıp, yerleri silip yattığında sabah olmak üzereydi. Derin bir nefes aldı. Hiç bu kadar çok yorulduğunu hatırlamıyordu.

Tam uykusuna dalmıştı ki, anlam veremediği bir şangırtıyla yatağından sıçradı. Önce deprem oluyor sandı. Çok korkmuştu. Uzunca süren şangırtı bittiğinde, yatağından fırlayıp şangırtı mahalline gitti. Porselen tabakların olduğu raf tamiri beklememiş, çökmüştü. Çökerken alt rafları da yanında götürmüş, bütün tabaklar, bardaklar şimdi ufacık parçalar halinde biraz önce kuruladığı marleyin üstünde yatıyordu. Bu kadarı da fazla diye düşündü. Ertesi sabah toparlamayı düşünüp yatağına geri döndü. Bahar kokulu nevresimlerin kokusunu almıyordu artık.

Ertesi gün, yerdeki parçaları temizledikten sonra bilgisayarını açtı. Maillerini ve internet gazetelerini okudu. O kadar işin arasında loto bileti almayı unutmuştu. Nasıl olsa bir şey çıkmıyordu ama gene de sonucu merak etti. Kazanan olmadığı için devreden numaraları görünce gözlerine inanamadı. Bu hafta onun şanslı numaraları kazanmıştı büyük ikramiyeyi.


7 Ocak 2008 Pazartesi

Salacak

Yeni yılın ilk sabahında gazeteleri eline heyecanla aldı kız. Umutluydu bu sefer. Rakamlara bağladığı hayalleri gerçekleşebilirdi. Haberlere bile bakmadan aradığı sayfayı bulup, sayıları karşılaştırdı. Amorti bile tutturamadığını görünce, içindeki enerjinin uçup gittiğini hissetti. Nedense bir şeyi çok isteyince olmuyordu. Bileti yırtıp attı, bir kahve yaptı kendine.

Ev arkadaşları hala uyuyordu. Bu kadar erken kalktığına pişman olmuştu. Uyanmasaydı, rüyası hala sürüyor olacaktı. Moda sahiline inip yürümeyi düşündü, vazgeçti. ‘Yılbaşı’ kelimesi gelip kafasına yerleşmiş, yapması gereken her şeyin hatırlayıcısı gibi onu bir türlü rahat bırakmıyordu. Tam bir dönemeçteydi. Yeni bir iş, yeni bir ev bulması lazımdı. ‘İlanlara bari bakayım.’ dedi. Açtığı sayfada fazla ilan yoktu ama çerçeve içindeki bir ilan onu heyecanlandırmaya yetti. ‘Bilgisayar kullanabilen, İngilizce bilen, ehliyeti olan refakatçi bir bayan aranıyor.’ Sadece refakatçi deseydi ilgilenmezdi ama aranan diğer nitelikler güzel çağrışımlar yaptı. ‘Vay be, bana vuran piyangolar bile farklı oluyor!’ diye düşündü. Hemen telefona sarılıp numarayı aradı. Kendisini cevaplayan genç adamdan, öğleden sonra gideceği randevunun adresini aldı.

Otobüste giderken nasıl bir iş, ev olacağını hayal etmeye çalıştı. Deniz manzarası olursa çok güzel olurdu. Daha önce birkaç kere gitmişti Çengelköy’e. Denize uzanmak için on metre kadar yatay olarak uzamış yaşlı çınar ağacı onu büyülemişti. Fotoğrafını çekmeye çalışmış, ancak üç kareye sığdırabilmişti. Kulağındaki müzik çaların sesini iyice açtı. Camdan dışarıya, yılın ilk gri gününe baktı. Üsküdar’ı geçtikten sonra, deniz kenarındaki yalılardan fırsat buldukça denizi, süzülen martıları, boğazı geçen gemileri görebiliyordu. Çengelköy’de indikten sonra, adresi sordu ve dik bir yokuşun sonunda bulduğu eski bir evin ziline bastı.

Kapıyı açan uzun saçlı, sarışın bir genç onu kadına götürdü. ‘Hoş geldin’ diye ona elini uzatıp gülümseyen kadın, oturmasını işaret etti. İki kanepe, ortadaki sehpa dışında fazla bir şey yoktu salonda. Duvarda kocaman bir kız kulesi tablosu vardı. Kız, kadının bir yazar olduğunu, uzun yıllar yurtdışında yaşadıktan sonra, iki ay önce kesin dönüş yaptığını öğrendi. Bir saat kadar, karşılıklı konuşuldu. Anılarını yazıyordu kadın ve torunu artık ülkesine geri döneceği için her konuda kendine yardımcı olacak bir asistana ihtiyacı vardı.

Hani iki insan tanışır da yıldızları tutar, o büyülü anlardan biri oldu. Kızın uzun kıvırcık saçları, meraklı bakan masum gözleri kadına buraları bırakıp gittiği günlerdeki kendi halini hatırlattı. Kız iki ülkeye ve yıllara dağılan anıları merak etti. Referans kontrolü tamamlanır tamamlanmaz kızın eve taşınmasına karar verildi.

Kız dönerken kadını, gizemli yüzünde sakladığı hüznü, buralardan uzak geçen yıllarını düşündü. Onca yıldan sonra, onu buraya neyin getirmiş olabileceğini merak etti. Sadece memleket hasreti için dönülmez gibi geldi ona. Bu düşüncelere öyle daldı ki müzik dinlemek aklına bile gelmedi.

Kısa bir süre sonra Çengelköy’deki eve yerleşti kız. Kadının ondan ilk isteği bir Salacak gezisi oldu.